Sonbahar, yelkencilik, belki bir gezi yazısı, belki de daha fazlası

Ekim 2011

Beste Dolanay

Sanki geçmiş yazın eli hiç değmemiş gibi bomboş, sakin koylara, sabah güneşinin daha da derinleştirdiği, lacivert sulara bakıyorum… Girintili çıkıntılı kıyıların, küçüklü büyüklü adaların sularla oynaştığı kıyılar muhteşem gözüküyor uçaktan.

Bugün, ülkeye bir sessizlik, hüzün çökmüş.. Kalplerde ve boğazlarda taşlar, nefesleri tutup bir beklemede kalma hali hakim. Terör. Savaş. Dışardaki çarpışmalar, içsel çarpışmalar, hesaplaşmalarla karışıyor...Van’da Deprem. Ölümler. Ayrılıklar… Sonbaharda yaprakların teker teker toprağa döküldüğü gibi toprağa dökülen bedenler… Ayrılık acıları..

6 sene önce başladığımız ve her seferinde eşsiz tecrübeler yaşadığımız yelken seyahatlerimiz hakkında bir yazıyı artık bugün yazacağım ve yazının böyle başlayacağı hiç aklıma gelmezdi.

Ama şu dönemde, minibüsde kulağımda müziğim, sonbaharda kaçamak bir yelken programı için Marmaris’den Datça-Bozburun’a doğru ilerlerken, yaşananları, şu anda içinde bulunduğumuz durumları düşünmemek pek mümkün değil. Minibüse binen, izindeki askerlerden bazıları, belki de çok yakında Doğu’ya gidecekler ve orada onları ne beklediği belli değil…

Sabah 4’den beri ayaktayım, minibüsün tatlı sallantısından gözlerim kapanıyor. Ama pencereden yüzüme yansıyan güneşin sıcaklığı ve parlaklığı uyutmuyor beni, önümüzdeki günlerde yelkende geçireceğim günler için, herşeye rağmen içim kıpır kıpır...

Minibüste herkes birbirini tanıyor, inen –binen birbiriyle sohbete başlıyor. Küçük yerde yaşam, ılık hava, herkesin rahat, sakin, yumuşak huylu olmasına yardımcı oluyor. Yerlilerin ‘burası cennet, biz buranın yerlisiyiz ama değerini bilmiyoruz, valla yabancılar daha iyi biliyor’ diye aralarında konuştukları, yeşilin ve mavinin içiçe girdiği etkileyici manzarayı seyrederek Bozburun koyuna virajlı yoldan inmeye başlıyoruz. Oraya vardığımda beni, ‘Sayın Bozburun sakinleri, bugün 12.00’den itibaren her çeşit balık satışımız başlayacaktır.’ diyen bir anons karşılıyor… Sabah kahvemi yudumlarken, birazdan yelkenle beni almak için iskeleye yanaşacak arkadaşlarımı bekliyorum. Tam yanımda, yerde yatan sokak köpeği de benimle beraber güneşin tadını çıkartıyor. Önümden geçip yürüyerek okula giden çocuklar, esnafın birbirleriyle şakalaşmaları, az ilerdeki balıkçının balıkları teker teker düzenlemesi, arka masamdaki yelkenci Almanlar’ın konuşmaları… Hayat, sükunet ve doğayla ahenk içinde devam ediyor burada. Burada hayat, sessiz ama canlı. Basit ama zengin. Durgun ama tatminkar.

Yelkenlinin ucunda uzanmış hafif rüzgarda yol alırken, artık kardeş gibi olduğumuz ekibimiz, yakın arkadaşlarımızla denize ilk çıkışlarımız aklıma geliyor: Tam ‘alaylı’ olarak fırtınalarda öğrendiğimiz yelkencilik sonrasında, teorik sınava girip Yelkencilik Ehliyetlerimizi aldık almasına ama, esas pratikte yaşadıklarımız bize çok şey öğretti… Acemi şansıyla hep başımıza birşeyler gelmesinden kıl payı kurtularak, 35 knot esen fırtınada full arma (tüm yelkenler açık!) yol almalar, kimsenin olmadığı koylara bağlanıp fırtınada kayalara çarpıcaz diye sabaha kadar nöbet tutmalar… Yunan Adaları , Hırvatistan Dalmaçya Kıyıları, tüm Ege ve Güney sahilleri gezileri, marinalara olaylı girişler, kayalara bitmez tükenmez tavşan düğümleri... Bir gün bir adada gezintiden dönüp de, teknemizi demirlediğimiz yerde bulamamanın verdiği şaşkınlığı hep birlikte yaşamak- başka teknelerin çapalarının ve çıkan kuvvetli rüzgarın etkisiyle çapanın taramasıyla neredeyse karaya oturan yelkenimizi dillere destan kurtarma operasyonumuz… Kızımın, küçücükken yelkenlerin yarısı neredeyse suda hızla yol alırken, babasının kucağında huzurla uyuması ya da yelken tamamiyle eğikken içeride arkadaşlarıyla sanki evde oynar gibi çok doğal bir şekilde oyuna dalmaları. İlk kez çocuklarımızın sevinç çığlıkları ve kahkahalarına gelen, benim için özgürlüğü sembolize eden ve nedense her gördüğümde, heyecandan yerimde duramadığım yunuslar…  Teknenin ucunda hızla yüzerken, arkadaşımın dediği gibi ‘sonsuz bir göz gibi’ derin gözlerle yan yan bize bakıp, sonra biraz açılıp suyun üstünde zıplayarak bize gösteri yapan yunuslar. Fransa’dan geze geze yepyeni, çiçeği burnunda yelkeni nöbetleşerek yaklaşık 1 ayda buraya getiriş maceraları; her fırsatta karaya çıkıp tüm yelkencilerin çok iyi bildiği o hafif sallanma duygusuyla yaptığımız trekingler, gezintiler;  yelken yaparken ani yağmur bulutlarının içine girmek; yan teknelerle genelde şarap karşılığı yapılan çeşitli takaslar; gündüz, gece, yağmurda ne zaman istersek serin sularda yüzebilmek; denizde kaybettiğimiz sayısız kürek, tabak- çanak- kaşık; amatör ruhumuzu her zaman koruyarak katıldığımız yarışlar…Teknenin burnunda küçücük alanda sallanarak yoga ve meditasyon yapıp dengeyi içimizde bulabilmek ya da sırta batan yosunlu, tahta iskelelerin üzerindeki yoga çalışmaları; ıssız koylarda salaş ama müthiş balıkçılar; karaya çıkmak için içine tıka basa doluşulan ve ne olduğunu şaşıran dingi (kürekli, motorlu bot) ile gece karanlığında, akıntıda, rüzgarda, sığ sularda çeşitli çabalar… Yıldızlar, ay, yakamoz, gün doğumları, gün batımları… Paylaşmak. Tüm bunları arkadaşlarımızla paylaşmak, belki de on kat arttırıyor tüm bu zevki, kahkahalar karışıyor hep koyların derin sessizliğine…

Yazın yelken, hayat, canlılık ve hareketi sembolize ederken, sonbaharda yelken inziva, huzur, kendini tekrar bulma benim için…  İki gün önceki fırtınanın ardından artık doğa dingin, hava ılık. Bu gezide sabahları, yoga ve meditasyon yerine daha çok, Chi-gong çalışmasıyla Chi-hayat enerjisini merkezimize toplayıp, içimize çekiyoruz. Her fırsatta çamların neredeyse suyla birleştiği kıyılarda, cam gibi berrak sularda yüzüyoruz.

Gece, yeryüzüne çok yakın, kendini dolunay zanneden ve parlak ışığı gökyüzünü aydınlatıp denize yansıyan Jüpiter’le karşılaşıyoruz! I-phone uygulaması Star Walk programından da teyid ettiğimiz, aslında şu an buradaki en parlak yıldızın Kutup yıldızı değil de, Jupiter olduğunu keşfetmenin şaşkınlığı içindeyim. Geceleri, her zamanki gibi dışarıda, milyonlarca yıldız altında yatmak… Şehirde, yoğun ışıklar arasında gözlerimizin hep arayıp da bulamadığı muhteşem manzara. Sonbaharda gökyüzü, yıldızlar, ay, güneşin doğuşu, batışı bir başka güzel… Ucunda ateşiyle kayan heyecanlı yıldıza bakarak gözlerim kayıyor, beynimin bir ucuyla alelacele bir dilek tutuyorum ve uykuya yenik düşüyorum… Hafif rüzgarın etkisiyle mandarın, yani direklerin yanındaki halatların direklere çarpması, suyun teknenin altında ve kıyıdaki kayalarla buluşması duyuluyor gecenin karanlığında. Gece yarısı birden uyanıp tam karşımda, bize kucak açarak bu gecelik ev sahipliği yapan ıssız koyun içinden, gökyüzündekiler arasında ‘en güzel benim’ dercesine yükselen sapsarı hilali görüyorum... Ne ara çıktı bu? Ve sabaha karşı da, yumuşak elleriyle gökyüzünü turuncuya boyayarak doğan güneşi izliyorum tam karşımdaki dümenin arkasından... Sabah sessizliğinde kuş sesleri, yaklaşan takanın sesini dinliyorum, serin bir çam kokusu burnuma doluyor. Güneş, karşımdaki tepenin arkasından yükselerek, arkamızdaki kıyıda kışa hazırlık için odun kesen köylü çiftin üzerine vuruyor benim gözlerimi delip geçerek…

Yelkenimizle, uçsuz bucaksız, huzur veren bir o kadar da esrarengiz denizlerin ortasında, her an herşey olabilecek hava şartları ve doğayla oynaşırken, tuzun hafif esintiyle karışan kokusunu her an içimize çekebildiğimiz, bedenin her karışına dokunan rüzgarın ve güneşin sıcaklığını aynı anda hissedebildiğimiz bu ortamda, ruh ve zihin adeta inzivaya çekiliyor… Tüm sıkıntıları, karada bıraktığın eşsiz bir vaha denizin ortası tüm yelkenciler için… Tek derdimizin, sabah taze ekmek bulmak olduğu, zihinlerde sadece bugün hangi koya gitsek, ne yesek, rüzgar çıksa da yelken yapsak düşüncelerinin olduğu, tam da bir kaçış değil ama hayatın ortasında bir aralık, bir kaçamak bu. Küçücük bir alanda, sadece basit ve temel ihtiyaçları karşılayarak en doğal ve rahat halinizle- tamamen tuzlu kalarak ve üzerinizde tek bir T-shirt ve şortla- geçirilebilen bir süre ve istediğiniz an istediğiniz yere gidebilme özgürlüğü.

Son yıllarda, hazır şimdi buradayken ‘yaşarken yaşamak’ isteyen kişiler için, çevremizdeki herşeye daha bir farkındalıkla, başka bir gözle daha derinden bakmayı sağlayan fotoğrafçılık sevdasını ve de doğayla bütünleşip tekrar özümüze dönmemize yardımcı olan yelkenciliğin bu kadar popüler olmasının sebeplerini anlayabiliyorum.

Özellikle yağmurda, yalnız başına Beyoğlu’nda yürümek nasıl bir başka güzel oluyorsa, kimsenin kimseye bakıp yargılamadığı ya da sınıflandırma ihtiyacı hissetmediği, her türden insanın rahatça dolaştığı, klişe olmayan kalabalık sokaklarda derinlerdeki kendini, en doğal halini tekrar bulmak, tekrar hizaya girmek... Ya da belki bir süreliğine kalabalığa karışıp ortadan yok olmak, bir kaçamak, özgürleşme duygusunu yaşamak... Sonbaharda da yelken işte böyle bir his. Dahası, burası sessiz. Şehir gürültüsünden uzak. Sessizlikte bazı şeyler daha iyi duyulur. Özellikle de kendi zihnimizin içindekiler.

Hayat okyanusunuzda yolunuz açık, rüzgarınız-maceranız ve güvenli rıhtımlarınız bol olsun!